Ondan telâş etme. Orada öyle esbab var ki, bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenâb-ı Hakka şükür, yine tevakkuf değil muvaffakiyet var.
O mânevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleriyle seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdit etmek için, sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.
Hem o havalide sabıkan müthiş ameliyat ve icraat olduğundan, o muhitte bir ürkeklik hasıl olup, senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı, o Nurlar orada hiç ışıklandırmayacaktı. Fakat orada az hizmet de çoktur, kıymettardır.
Saniyen: (Bu kısım Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasındaki dört mes'eleden birincisinin (Saniyen) kısmının sonuna ektir.) رَبِّ الْعَالَمِينَ [1] tâbirinden sonra رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ [2] zikri, icmalden tafsîle geçmektir. Nasıl ki, "memleket-i İslâmiye hâkimi" tabirinden sonra, "Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi" tâbiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir. Öyle de, rububiyet-i mutlakadan sonra, haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her neyse, şimdilik sualine tam cevap veremiyorum. Ona bedel Kur'ân i'câzına ait iki küçük nükteyi söyleyeceğim. Sen, şu iki nükteyi On Dokuzuncu Mektubun Beşinci Cüz'ünün On Sekizinci İşaretinin Birinci Nüktesinin âhirine haşiye olarak ilâve ediniz.
İşte Birinci nükte: (Mektubat'ın 264'üncü sahifesindeki "Haşiye 2"dir; şu kısım ona ektir.)
Şu üç hakikate mukabil, gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki, bunları taklit etsin? Evet, nasıl ki bu tarz-ı ifade sun'î olamaz, öyle de taklid edilmez. Evet, kimin haddine düşmüş ki, hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Hâlık-ı Kâinatı bu surette konuştursun?