Sâmi baktı ki, ra'd ve berk vesaire gibi kâinatın eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlâf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur'ân-ı Kerim,
﴾ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا [1] ﴿ cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz'î bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istilâ ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.
Sâmi bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: "Bu kadar tâzipler altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?" diye sordu. Kur'ân-ı Kerim
﴾ وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ [2] ﴿ cümlesiyle, "Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur, bunun için meşiet-i İlâhiye onların ölümüne taallûk etmemiştir. Taallûk etseydi, gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taallûk ederdi. Buna da taallûk etmiyor. Çünkü kanun-u İlâhîden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler" diye sâmie cevap vermiştir.
Sonra bu kıssanın ihtivâ ettiği azamet ve kudret-i İlâhiye ile Cenâb-ı Hakkın umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra'd, berk, sehab mu'cizelerinin görünmesi ile) sâmice tahakkuk edince "Kâinat, heybetinin bir tecellîsi ve bu musibetlerde gazâbının bir kahrı olan Zâtın kudreti ne kadar