temerrüt ve inada işarettir. Sanki onlar istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: "Mesleğimizi terk etmemize senin vicdanın razı olup insafın kabul eder mi?"
S - Onlar o sözlerinde kimleri muhatap etmişlerdir?
C - Evvelâ nefislerine, saniyen ebnâ-yı cinslerine, salisen nasihat edenlere tevcih-i hitap etmişlerdir.
Evet, birisine nasihat yapan adam evvelâ nefsine müracaat eder, sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat ettiğine döner, yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen, vakta ki münafıklar imana dâvet edildiler; onlar fesada uğramış kalblerine, tefessüh etmiş vicdanlarına müracaatta bulundular. İnkâr cevabını aldıkları için, kalblerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsat arkadaşlarına müracaat ettiler. Yine inkâr cevabını alarak, gizli gizli konuşmalara başladılar. Sonra, itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: "Yahu, aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zenginiz, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet saikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztırarîdir. Biz ise ashab-ı izzet ve servet insanlarız."
Hülâsa, onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa dâvet ettiler. Hud'a ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: "Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme. Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak halis mü'minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz" diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki, kalblerinde, "Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü'minler gibi değiliz" gibi başka bir mânâyı izhar etmişlerdir.
Hülasa أَنُؤْمِنُ lâfzında onların fesadlarına, ifsadlarına, gururlarına ve nifaklarına gizli birer remiz vardır.
كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهۤاءُ [1]: Yani, "Kâmil zannettiğiniz mü'minler, nazarımızda zelil ve fakir bir cemaattır. Onların herbirisi bir kavmin sefihidirler."
O kâmil mü'minlerin tecvîz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır: