inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsat iktizasıyla yekdiğerlerine halkı idlâl etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle, diyanet ve imanı sefahet ve sefalet telâkki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden "Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?" diye bir mânâ çıkar. Bâtınından ise "Nasıl ekserîsi fukara ve nazarımızda sefih olan mü'minler gibi olacağız?" diye diğer bir mânâ çıkıyor.
Sonra, Kur'ân-ı Kerim, onların mü'minlere attıkları sefahet taşını اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ [1] cümlesiyle onlara iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vâsıl olanın hak ve müstehakı, beynennas teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilân etmektir.
Sonra وَلٰكِنْ لاَيَعْلَمُونَ [2] cümlesiyle onların cehl-i mürekkeple cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla iraz etmek lâzımdır. Çünkü, nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler.
Bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan irtibata gelelim:
﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ [3] ﴿ cümlesindeki اِذَا kat'iyeti ifade ettiğinden emr-i mâruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir. Siga-yı meçhul ile zikredilen قِيلَ nasihatın, alâ sebîli'l-kifâye vacip olduğuna işarettir.
Ve اَخْلِصُوا فِى اِيمَانِكُمْ [4] gibi, ihlâs lâfzını ihtiva eden bir cümleye bedel اٰمِنُوا [5]