cevher olamaz. Demek envâının fasîleleri ve umum a'râzının havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure adem-i sırftan muhteradırlar. Silsilede tenâsül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir.
Feyâ acaba! Vâcibü'l-Vücudun lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, herbir cihetten ezeliyete münâfi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların (öyle dehşetli salâbet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i îdamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibdâ ve icadı, hiçbir münasebet-i mâkule olmadan en âciz ve en bîçâre esbaba isnad ediliyor?
İşte Kur'ân-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnız Allah'tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir—tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde, dest-i kudret umur-u hasîse ile mübaşir görünmesin. Birşeyde iki cihet var:
Biri, mülk-âyinenin mülevven vechi gibi, ezdat ona vârid oluyor; çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister.
İkinci cihet, melekûtiyet cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücut, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan, mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.