İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta
رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ * اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ * [1]....
وَاَمْنِحْنِىِ يَا ذَا الْجَلاَلِ كَرَامَةً * بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَاحَلِيمُ بِكَ انْجَلَتْ [2]ve ortalarında
مَقَالُ عَلِىٍّ وَابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ * وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ [3] ve âhirde
bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki, zâhirinde yalnız bir münâcâttır. Hattâ İmam-ı Ali'nin (r.a.) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka münâcâtları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususî kanaatım şudur ki: Celcelûtiye, madem Risale-i Nur'u içine almış ve sinesine basıp mânevî veled gibi kabul etmiş, elbette وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ fıkrası ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhirzamanda neşreden Risale-i Nur'u şahit gösterip Celcelûtiye'yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü senâ edebilir.
Üçüncüsü: Malûmdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim birtek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla Risale-i Nur'u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryânîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا diğeri, otuz birde وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا der.
İşte Risale-i Nur'un Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki