hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu'cizatlı ve cemâlli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemâlli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevâlde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel'abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkiyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat'î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ HAKİKAT
Hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet