envâ yerinde bir nev-i câmi halk etmiş. Yani, bütün envâ-ı hayvânâtın muhtelif derecâtı kadar, birtek nevi olan insan ile o vezâifi gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvânâtın kuvâları ve hissiyatları mahduttur, fıtrî bir kayıt altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayr-ı mütenâhi cânibine gider. Çünkü insan, Hâlık-ı Kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir âyine olduğu için, kuvâlarına nihayetsiz bir istidat verilmiş.
Meselâ, insan, hırs ile, bütün dünya ona verilse, هَلْ مِنْ مَزِيدٍ [1] diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkezâ, ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrutlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sıga-i mübalâğa ile "zalûm" olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyâta mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder.
Hem insan, hayvanların aksine olarak, hayata lâzım herşeye karşı cahildir, herşeyi öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sıga-i mübalâğa ile, "cehûl"dür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir iki ayda, belki bir iki günde, bazan bir iki saatte bütün şerâit-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder. İşte, cehûl mübalâğası buna da işaret eder.
DÖRDÜNCÜ MESELE
جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ [2] ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: