وَاِذَا تَكُونُ كَرِيهَةٌ اُدْعٰى لَهَا * وَاِذَا يُحَاسُ الْحَيْسُ يُدْعٰى جُنْدُبُ * [1]
kavl-i meşhuru, şu acip zulmün tercümanıdır.
Hem de şu içtimâi sistemdeki damar-ı zulmün bir mecrâsı da şudur: Yüksek tabakadaki birinin öldürülmesiyle, çok seneler matem tutulur. Hâlbuki, onun cinayetiyle tabaka-i avamda yüzer, belki binler kişi telef olsa, bir iki günde unutulur. Şu ise, adalet-i Kur'âniyeye zıttır. Bir şah, bir gedayı öldürse, şeriat kısasa hükmeder, ikisini bir görür.
ba
Müstehak bir ceza
Şeriatın اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ [2] düstur-u âdilânesi, şeriat-ı fıtriye olan kavanin-i kadere muntabıktır ki, tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi...
Şuna bir misâl: Bidayet-i inkılâbımızdan beri, sevâb-ı âhiretin vesilesini dinsizcesine şan ve şerefe vasıta yapanlar, müthiş bir rezaletle neticelendi. Muvakkat bir şan ve şereften sonra, elîm bir sukut takip etti. Lisân-ı hâlleri لَيْتَنِى كُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا [3] tilâvet ediyor.
Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secayâ-yı hasene temâyülât-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşvünemâ bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevâdan gelse, şer taneleri neşvünemâ bulur: