وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى [1] 'ya karşı temerrüd eder.
"Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: 'İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.' Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş'um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkül mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, 'Sükût et' demiyor. 'Alkışla, mütelezziz ol, beni sev' diyor, onları misâl gösteriyor.
"İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. وَقِسْ عَلَيْهَا [2] "
Denildi: "Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilirdik. Bilerek bizi belâya attılar."
Dedim: "Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harp, sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabilir? Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir.
"Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?"
İşte misâlîlerin münevver gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbden çıkan beyanatım: İstersen kabul et, istersen etme—anlamak şartıyla.
İster al gûş-i kabul-i câne, ister hiddet et!
ba