Eskiden neşrettiği makâlatına dair şöyle söylemektedir:
"Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makâlatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celpnamesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُوا وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ [1]
Hem bu Sünûhat Risalesi'nde "Kur'ân'ın hâkimiyet-i mutlakası" bahsinde, cemaat-ı İslâmiyenin nazarını Kur'ân'a çevirmek, bu suretle muharrik-i vicdan olan kudsiyeti temin ile kalplere meleke-i hassasiyet gelerek, dinin emirlerine ve îmânın ihtaratına karşı lakayt ve sağır kalmamak gibi bazı hususlara dair izahlar var.
Zaman gösterdi ki; bu risalede Hazret-i Üstad'ın ehemmiyetle üzerinde durduğu ve Müslümanların doğrudan doğruya okudukları tefsir kitaplarından Kur'ân'a müteveccih olmaları, şiddetli bir rağbet ve alâkayla Kur'ân'ı dinlemeleri, Kur'ân'dan ders almaları gibi hususlar, Risale-i Nur'da tecelli etmiştir.
Zamanın hastalığını teşhis eden ve o hastalığa devayı gösteren zât, Cenâb-ı Hakkın ona ihsan ettiği Nur Külliyatıyla, bu pek ehemmiyetli hizmeti, âlem-şümûl bir vüs'atle ifâ etmiştir.