haşmet-i belâgatıyla Kureyş meşrıkınden tulû etti. Cidâr-ı Kâbe'de altun ile yazılmış olan temasil-i belâgatlarından Muallâkat-ı Seb'ayı sildi, söndürdü. İ'câzı iddia ve muarazaya davet ederek; o umera-yı belâgat ve hükkâm-ı fesahat ashabı, şedîdü'ş-şekîme kavmin şiddetle âsâbına dokundurdu. Damar-ı asabiyetini tahrik ve izzet-i nefislerini levm ve tesfih ve terzil ile kırdı. En hassas hiss-i mezhebîlerini tadlille galeyana getirdiği halde; uzun bir zamanda tahaddî ile meydan okuyordu. O mağrur, mütekebbir, izzet-i nefisleri yaralanmış büleğa muaraza edemediler. Eğer iktidarları dahilinde olsa idi, bizzarure sükût etmez idiler. Demek istediler; aczi hissettiler, sustular. Öyle ise onların aczi i'câz-ı Kur'ân'ın delilidir.
İkinci Tarik: Kelâmın havassına ve mezâyâ ve letâifine âşinâ olan ehl-i tetkik ve tenkid, Kur'ân'ı sûre be sûre, aşır be aşır, âyet be âyet, kelime be kelime cadde-i tetkikten geçirdikten sonra, bilittifak şehâdet veriyorlar ki; Kur'ân öyle mezâyâ, letâif, hakâika câmidir ki, kelâm-ı beşerde olamaz. Bu şâhid, binlerce binlerdir. Bu şahidlerin sıdkına şâhid şudur ki; Kur'ân beşer âleminde öyle bir tahavvül-ü azîm ve bir inkılâb-ı cesîm îka'; ve yetiştirdiği milyonlar evliya ve insan-ı kâmil olan semerâtıyla hakikatinin pek kuvvetli olduğuna delâlet eden; ve mürur-u zaman ile vicdana hâkimiyeti devam eden bir diyanet-i vâsiayı tesis etmiştir ki; zaman ihtiyarlandıkça o gençleşir ve ulûmunun menbaı olan Kur'ân tekerrür ettikçe tatlılaşır. Öyle ise: اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى [1]