küçük bir haneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevi'l-ervâh ile memlu. Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilü'n-nebat, bazısı âkilü's-simaktir.
Sonra uzaktan binlerce müzeyyen kusûr-u âliye görüyor ki, mâbeynlerinde geniş tenezzühgâh meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından veya onların gizlenmesinden, o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerâit-i hayat o kasırlarda görünmediği için itikat ediyor ki; o kasırlar sakininden hâlidir.
Hem melâikeyi tasdik eden zât, o vahşinin arkadaşı olan, nimbedevî bir adama benzer ki; şu küçük, hakir haneyi gördü ki, zîruhla dolu. Ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm eder ki; o kusûr-u müzeyyenenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar ona muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri vardır. Uzaklık veya gözün kabiliyetsizliği veya tesettürlerine binaen görünmemeleri olmamalarına delil olamaz. "Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delâlet etmez."
Demek, küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar zevi'l-ervâhın vatanı olması ve en hasis, hattâ müteaffin cüzleri menbâ-ı hayat kesilmesi bittarîki'l-evlâ, hem intizam-ı muttaride mebni olan kıyas-ı hafî-yi hadsiye müesses olan kıyas-ı evlevî ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, nücûmuyla zîşuur, zevi'l-ervâh ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahlûk olan o zevi'l-ervâha şeriat; "melâike ve cân" der. Melâike ise ecnas-ı muhtelifedir. Cin dahi öyle.