her bir fert, her bir nev'i müstakillen Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıktıklarını ilân ve izhar ediyorlar. Kur'ân-ı Kerîm فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ [1] der.
Kur'ân'dan delil-i inayet, vücuh-u mümkinenin en mükemmel veçhi ile bulunuyor. Kur'ân kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevâidi tezkâr ve ni'metleri tâdât eden âyâtın fevâsıl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevk etmek için
اَوَلاَ يَعْلَمُونَ [2]* اَفَلاَ يَعْقِلُونَ [3]* اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ [4]* فَاعْتَبِرُوا * [5]
gibi o burhan-ı inayeti ezhanda tesbit ediyor.
İkinci delil-i Kur'ânî: Delil-i ihtirâdır. Hülâsası:
Mahlûkatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde mürettep olan âsâr-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nev'i müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılâb-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılâb-ı hakaikin gayrısıdır. Madde dedikleri şey, sûret-i mütegayyire, hem harekât-ı mütehavvile-i hadiseden tecerrüd etmediğinden hudûsu muhakkaktır. Kuvvet ve sûretler, a'râziyetleri cihetiyle envâdaki mübâyenet-i cevheriyeyi teşkil edemez.