Âdem'den asrımıza ve kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ ediyorlar, iktidâ ediyorlar. Duasına "âmin" diyorlar.
Bak, hem öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz de istiyoruz" diyorlar.
Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne dua ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîne sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan kurtarıp, âlâ-yı illiyyîne, kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvât ve Arşa işittirip, onları vecde getirip, duasına "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîr'den, hem öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, en hafî bir niyazını işitir, görür, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini, velev lisân-ı hâl ile bile olsa verir. Hem öyle bir sûret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, bu terbiye ve tedbir öyle Semî ve Basîr'e ve öyle Kerîm ve Rahîm'e has olduğundan şüphe bırakmaz.
ON İKİNCİ REŞHA
Acaba bütün benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn-ü zaman ve fahr-i kâinat (a.s.m.) ne istiyor?