Eskişehir hapsinde istintâkımdan bir gece evvel görüyorum ki: "Celcelûtiye'nin Süryânî şu fıkrası
بِهَالٍ اَهِيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ * طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ * [1]
imdadıma yetişmiş. Beni sıkıntıdan kurtarmış. Ben birkaç defa tekrar edip okuyorum." Uyandım. Yattım. Yine onunla meşgulüm. Sabahleyin fevka'l-me'mul istintâka çağırıldım. Hem fevkalade cevap verdim. Müdafaatımın en mühim ve memurları hayrette bırakan parçası tekellüfsüz tezahür etti. Fakat o parçayı ben kaleme alamadım. Onlar yazdılar. Her ne ise... Bundan bu Celcelûtiye bize bakar. Bir hâtıra geldi. Baktım ki: O Süryânî fıkranın tam arkasında bir satır evvel Hz. İmam-ı Ali'nin (r.a.) Risale-i Nur'u tasrih etmişim, diye başta yazdığım تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً [2] ve iki satır evvel اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا [3] manidar, müjdeli, kerametkâr fıkraları bulunuyor. Anladım ki: Gecedeki meşguliyet kısmen bunun için imiş. Elhasıl, Celcelûtiye bu işaretiyle kaside-i Ercüziye'deki zahir keramât-ı Aleviyeyi hem teyid eder, hem onunla teeyyüd edip, işaretten sarahat derecesine takarrub ediyor.
Cay-ı dikkattir ki: Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakikatı Hüccetü'l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî'den (k.s.) almıştım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazâlî (k.s.) aynı dersi üveysî bir tarzda İmam-ı Ali'den (r.a.) almıştır. Demek Hz. İmam-ı Ali'nin (r.a.) mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazâlî'nin (k.s.) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârâne, tesellidarâne en sıkıntılı bir zamanda bakması acip değil, belki lâzımdır ve öyle olmak gerektir. Risale-i Nur'a üç fıkrasında kuvvetli işaret eden Hz. Ali'nin (r.a.) kaside-i Celcelûtiyesinin hiçbir cihetle tesadüfe hamledilmez. Tevafuklu bir kerametini beyan etmeye mecbur oldum.