mesleklerini bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler'de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat'î ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbni Sina ve Farâbî gibi adamlar, "İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf,[1] fakr ve ihtiyaç,[2] naks ve kusur[3] kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber,[4] aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica,[5] zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad,[6] fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad,[7] ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad,[8] kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar,[9] naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır[10] diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.