Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san'atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?"
İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar bir masraf yapılıyor. De-mek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.
ON BİRİNCİ SURET
Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.
İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta