mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.
Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur'ân'ın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belâğati, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.
Meselâ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَاسَمَۤاءُ اَقْلِعِى [1] yani "Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes." Meselâ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَۤا اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ [2] yani "Yâ arz, yâ semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücutta meşhergâh-ı san'atıma geliniz' dedi. Onlar da: "Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz." İşte, kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanların اُسْكُنِى يَۤا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَۤاءُ وَقُومِۤى اَيَّتُهَا الْقِيٰمَةُ [3] gibi suret-i emirde cemâdâta hezeyanvâri muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi? Evet, temennîden neş'et eden arzular ve o arzulardan neş'et eden fuzuliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nâfiz, büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna "Arş!" emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse, iki emir sureten bir iken, mânen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.