İşte, Kur'ân der: Cenâb-ı Hak Semî-i Mutlaktır; herşeyi işitir. Hattâ, en cüz'î bir macera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını, umur-u azîme suretinde, Rahîm ismiyle, ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle, ciddiyetle bakar.
İşte, bu cüz'î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz'î bir hadisesini işiten, gören, kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir Zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir zat olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum, küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryatlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tesbit eder.
Hem meselâ,
سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ * [1]
İşte, Kur'ân, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın miracının mebdei olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyeranını zikrettikten sonra,
اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ daki zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.
Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: "Bu seyahat-i cüz'îde bir seyr-i umumî,