ÜÇÜNCÜ NÜKTE
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَۤاءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ * [1]
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"
Şu vesveseye karşı, feyz-i Kur'ân'dan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'ân'ın îcâz-ı mu'cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.
Evet, i'câz-ı Kur'ân'ın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur'ân'ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki, Kur'ân'ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, melûf ve cüz'î suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye icmâlen gösterilsin. İşte, bu sırra binâendir ki, Kur'ân-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar